24 Ocak 2021 Pazar

YANILSAMA

 YANILSAMA

Bir melek yükselmeden önce göğe
mücevher gibi parıldayan
turuncu bir kasımpatı
iliştirdi saçlarına.
Aşikârdı bunu
görmediğim.
Isınmasını beklerken
çorbamın,

küllük yapmıştım bir kavanoz kapağını sigarama.
Farkındaydım ter koktuğumun, açlığımın
Ve gayet basit dünyeviliğimin.

8 Ocak 2021 Cuma

KOYNUMA DÖKÜLEN ALEV DOLU BİR KÂSE

  Birkaç kutu bira alıp manzarası nefis Cihangir Roma Merdivenlerine çöktüm. Gök de deniz de solgun ve uzak bir maviliğe gömülü. Kedilerse hayli ürkek. Biralarım bitince hemen komşu basamaktaki öğrencilerden şarap takviyesi yetiştirildi. Gençler çakır ve keyifleri yerinde. Birlikte epey bir lafladık.
Yaşlı bir hanımefendi gayet narin hareketlerle arada durup soluklanarak aşağıdan doğru çıkıyor merdivenleri. Solgun bir karanfil gibi eğilmiş ince bedeniyle aramızdan tül gibi geçerken, ‘iyi günler çocuklar,’ dedi, kibarca. Işık gibi bir kadın.
-”Size de, efendim.”

  ‘Şarapçılarımla’ vedalaştım. Ufaktan çakırım. Severim bu kafayla dolanmayı… Dünyaya daha iyimser, daha ümitli bakıyorum, daha çok tebessüm ediyorum, insanlar daha bir iyi geliyor. Bilirsiniz... Her insanın içindeki hayvana iyi gelen yöntemleri vardır, kendince.
İstiklal’e bu kafada çıkıp, caddeyi doldurmuş insan nehriyle birlikte Tünel’e doğru aktım. Galata Kulesine inen yokuşun hemen başında, Mevlevihane’nin önündeki yüksek mermer basamağın boş olduğunu fark edince kaçırmadım bu fırsatı, oturdum.
  Genelde soluklanmak isteyenler yahut sokak müzisyenleri konuşlanır o basamakta, -boş bulmak zordur.
Karşımdaki müzik aletleri dükkânlarından gelen nağmeler kulağımda, her türden insanın dur duraksız gelip geçişini izlemeye vermişken kendimi, sessiz sinsi bir pars gibi yanıma sokulan gençten bir Roman kadın elimi teklifsizce kavrayıp yüzüne doğru çekivermez mi? Ne oluyor ne yapıyorsun derken, boştaki eliyle de fıstık yeşili gevşek bağlı başörtüsünü daha geriye kaydırıp, siyah kuzgun saçlarını çağıldayan bir ırmak gibi omuzlarından akıttı. Şöyle bir baktım… yaban gülleriyle bezeli elbisesinin içinde zarif, vahşi bir gelincik… Ben de hem nefesimi hem çenemi tutup, bu sihirli anın nereye varacağını izlemeye karar verdim, -umarım kılık değiştirmiş dişi bir peygamber devesi değildir, diye içimden geçirmedim değil-.
  Avuç içime bakan gözlerinde garip ışıltılar yandı söndü, elimi bir iki derece daha kuvvetli kavradı ve beni şaşırtacak denli yumuşak tatlı bir sesle sanki zihnimin içinde konuştu:
”Dışarıdan parlıyorsun, ama içinde dolmaz bir boşluk. Atlantis’i kuran düşen meleklerden birisin adeta, baş aşağı asılı. Zenon’un oku gibisin, asla hedefine varamayan. Ruhları ezen bir kentte sıkışıp kaldın. Alkol ve düşler beynini reçele çevirmiş ve göğüs kafesinde yalnız bir kuş, ağlar gibi ötüyor.”
Onu dinlerken damarlarımda sevinç mavi bir yunus gibi atıldı. Sözlerindeki kedere tezat, içimden yayılan bir hoşnutluk dalgası geniş daireler çizerek yayıldı ve ikimizi de sarıp sarmaladı.
– Çak bakalım bi beşlik !..
– Ha? Ne? Nasıl?
-  
Na’pıyorsun burada? Takılsana bize !
- ...
 
  Meğer, şaraplarına ortak olduğum öğrenci grubu Galata’ya inerken beni görmüşler, 'bizimkini' de alalım aramıza demişler.
Onlara sezdirmeden Roman kadına hızlıca bir bakındım hemen. Neredeydi? Kaybolmuştu…
Zihnimde bir gelincik imgesi, ‘şarapçılarımın’ şamatacı dost yüzlerine karıştım.


BENİM SAADETİM HIRPALAMAZ EVRENİ

  Çocukların tatlı sesleri eşliğinde enerjik bir halde uyandım bu sabah. Dışarıdan kuş cıvıltıları geliyor, güneşse tuvalini sarıya mı turuncuya mı boyamakta karasız henüz. Bedenimin içinde vahşi ama dingin bir hayvan gibi rahatım. Yüzüme çarptığım serin su da çok iyi geldi, daha bir dinç hissetmemi sağladı. Ey, Ab! Her halin ne aziz senin…

  Birkaç eş dost, tanıdık mesajı, birkaç telefon. Bayramın kutlu olsun, güzel geçsin, her şey gönlünce olsun, yüzümüz daha çok gülsün…
Birbiri ile itişen duygu hallerini de severim, öyle rahat durmam bir kararda. Tuncel Kurtiz’in babacan, dokunaklı sesinden hüzünlü bir Oscar Wilde şiiri ile dengeledim coşkumu. 
‘Herkes Öldürür Sevdiğini…’
”Korkaklar öpücükle öldürür
Yürekliler kılıç darbeleriyle”

  Sonra ansızın bir dalgalanma oldu havada. Yüksek promilli serseri bir rüzgârın savurduğu tüllerin arasından paçavralara sarılı bir kol uzandı ve bir zarfı odamın ortasına doğru fırlatıverdi.
Edip, bu! Parmağındaki iri mavi taşlı yüzükten tanıdım.
– Dur, Edip, bekle !
Kayboldu. Hava da gene aniden sakinledi. Penceremin tülleri az önceki karmaşadan şaşkın ama sessizce kalakaldılar.
Zarfı merakla açtım. Kırmızı bir mürekkep ile italik harfler kullanarak yazmıştı :

” Sevgili, Ümit...
Bunu sana yazmamın bir nedeni var, dostum.
Bununla beraber, şu bayram günü gereksiz bir meşguliyet verip vaktini çalmak da istemem, -affet.
Bilirim, halden anlayanlardansın sen de. Biz ikimiz, ruhu aynı maddeden örülmüşlerdeniz, bilirim…
Beni de hallaç pamuğu gibi atan, omurgamı tir tir titreten biri oldu. Kainatı bana veren, kemiklerimi çıtır çıtır çiğneyen biri…
Geçmişimin o günlerinde karaladığım uzun bir şiirimden bazı mısralar paylaşmak istedim seninle.
Gönderdiğin cigaralar ve kalemler için çok teşekkür ederim, var ol.
***
Çiçeklerin en sevdiği zamanlardı
Vivaldi’nin ‘Bahar”ı titreşiyordu yeryüzünde
Ve ben
Uzayımda yapayalnız
Savrulan bir göktaşı gibi rotasız
Gri ve ıssızdım.
Sürüklenip gidiyordum bilinmezin evreninde, fırlatılmış.
Derken,
-Nedendir bilinmez-
Bir kayraya layık gördü beni Yüksekler.
İçimde ansızın çatırdadı yer gök
Okyanusların dibi çalkalandı
Kırk bin boğa aynı anda boşaldı.
Sen, kozmik incim
Kalbimin ortasında infilak ettin.
İşte !
Aşkın dayanmıştı ruhumun kapılarına
Hannibal’in filleri nasıl dayandıysa Roma’ya…
El ele bindik
Kartal kanatlı arabasına
dünyanın.
Ben balık ellerini
Göğsümün ırmaklarında besledim
Sen öpüşünle parçaladın tüm organlarımı
Sonra yeniden şekil verdin bana
Orion’un turuncu göğünden yoğurup.
*
 Görüşmek üz’re…”

Ah, Edip! Mahallemizin İmrül Kays’ı !
Sen bir deli misin, imanım, yoksa gökten sürgün yemiş bir melek mi?


BU DÜNYAYI PERİŞAN ETMEYECEK KADAR MERHAMETSİZ DEĞİLİM

Doyumsuz şehveti yüzünden saygınlığını yitiren göksel bir mahlûkun inlemesi geliyor geceden ve yalnızlığın evlatları dolanıyor etrafta.

“Zor zamanlar geçirmezsen insan doğasına dair bir şeyler öğrenemezsin,” diyen melek, bir cam gibi kırıyorsun kalbimi.
Çay koyacağım ocağa…
Çaydanlığı dolduran suya bakarken aklıma takılıyor. Bir şeyi, bir şey yapan nedir?..

O, nedir?
Gözlerimi yumuyorum. Üzgün kara saçların rüzgârla dalgalanıyor. Güzel ve narin yüzün yalnızlıkla sarmalanmış, görüyorum.

Adım, Ari Ben-Zion ve karanfilleri yolanların kanıyla sarhoş olsun istiyorum ellerim.
Yüzümün her santimini şefkatle öpen bir kadın gibisin gece ve kızların ne güzel…

Regulus, Denebola, Leonis yıldızları, Satürn’ün uydusu Enseladus!

Adım, Ari Ben-Zion ve altının, imgeseli biçmesine estetik bir ruh daha ne kadar razı olabilir, bilmiyorum.
Çayım demlendi…
Âşıkların terli bedenleri birbirlerinin üzerinde… Ne trajik bir görkem.
Başıboşlara ve talihsizlere nazik ol lütfen, melek. Karanlık gözlerin şüpheyle titrese de.
Çayımı tazeliyorum…

Adım, Ari Ben-Zion ve acımasız güzelliğini istiyorum dünyanın ve duman ve kül oluyor bulduğum,            Tatlı William Çiçeğim gülümserken bana.

Dinle, küçük aziz İkbal Masih!..
Bak, bir horoz ötüyor geceden sıkılmış. Sana selam gönderiyoruz. 
Her şey sükûnete erecek bilinçdışı soylu bir şekilde geri döndüğünde, inan.

Adım, Ari Ben-Zion ve insanın bilmediğini arıyorum.

Çayım bitti.


7 Ocak 2021 Perşembe

KENDİ İÇİNE ÇÖKEN BİR GEZEGENİN SON IŞIKLARINI AYAKLARININ ALTINA SERDİM

 Birisine ne yapar ne eder nefretini kazanabilirsin, peki sevmesini sağlayabilir misin, Cecilia? Namümkün tatlım, saf olma.
Nedir ki yaşama hırsı? Hırsı nedir yaşamanın? Canlı denebilecek her varlıkta fabrika ayarıdır o zaten ve gayet aleladedir, -nesini beğeneyim bunun? Hem küçük bir evrenim var benim, öyle ki gözlerimi bile tam açamam kirpiklerim çarpmasın diye yıldızlara. Kansızlığına çare olarak kırmızı et ve siyah bira içmeyi salık veren o doktor sanırım Kötülük Çiçekleri’nin görkemli şairine de aynı tavsiyeyi vermişti. Brüksel kışının ortasında tek başına yaşamaya çalışırken sağlığı bozulmuştu onun da. Ne dersin, Cecilia? Sen de böyle dizeler yazabilirsin belki:

”Sadık ve şen bir melek gelip uyandıracak
Buğulu aynaları ve ölmüş alevleri.”

  Cecilia! Şili haritası gibi ince ve zarifsin. Kalbin papatyalar ve mavi kuşlarla dolu bir bahçe. Berrak gözlerin bal gibi tap tatlı.
  Bak, sana ne diyeceğim: En güvendiğin insanlar seni darmadağın bir halde ölüme terk edebilir.
Ama sen beni hep inci dişlerini öperken hatırla, lütfen. Ve hisset aşkımın üstüne dur duraksız yağdığını.
Stan Getz’in Autumn Leaves yorumunun üstüne yok, dersem gözüne girer miyim, ışık saçan yosun yeşili saçları ile dokuz müzün ve bir sürü ıvır zıvırın tanrısı Apollon’un?
”Ben ilerledikçe benimle dalga geçen işaretler,” diye yazan James Joyce, gözlerinin günden güne bozulduğunun farkındaydı sanırım. O ‘işaretler’ retinandaki lekeler, Sör. Fas ipeğinden gömleğimi giyip her çeşidinden papağanlar ve güzel kadınlarla dolu bir barda Valerie Solanas’la kafaları çektik. Çok sonraları tost yemek için girdiğim bir büfenin TV’sinde gördüm ki, gidip şu gümüş robot Andy Warhol’ü mıhlamış!

  Elinde olmadan, içinde tuhaf acıların oluştuğunu duyumsar mısın, Cecilia? Ama hiç vakit kaybetmeden şakalar, gevezelikler fırtınasını devreye sokarız ki çarpmaya devam etsin kalplerimiz. Her gün yaralı bir filin azgın öfkesini enjekte ediyorum damarlarıma. Yoksa kahve fincanımı kaldıracak, at sırtında And dağlarını aşacak gücü nasıl bulurdum kendimde, öyle değil mi?

  Yalnızlık içindeki yoksulları görmekten neredeyse erotik zevk alan hödük bir zenginin viskisine arseniği ekleyen kutsal eli öpüyorum. Dünyayı bir Arkadiya’ya dönüştürecek gücün parçası olmak istiyorum. Kudurmuş atlar gibi ter içindeyim, Cecilia. Biz sevişirken beni Pan gibi çizsin, Picasso.

‘acıyı alırsın
alırsan beni”

Yukarıdan bakan kartal.




KOR EJDERLERİN KANAT ÇIRPTIĞI

  Mahallemizin mümtaz bir ‘delisi’ var. Biz ona, ‘Edip’ deriz, ‘Deli Edip’. Gerçek adı bilinmez, kendisi de söylemez. Edip, deriz, çünkü çoğu zaman yaptığı gibi ellerini ardında bağlayıp hızlı hızlı yürümediğinde, bir köşede defterlerine bir şeyler yazarken görürüz kendisini, -cepleri defterlerle doludur. Büyük bir kıskançlıkla da gizler yazdıklarını.
 Geçen gün yanımdan geçerken ceket cebinden bir yaprak düşüverdi önüme… Ardından seslendiysem de aldırmadı, fırtına gibi geçti gitti. Bu durum doğrusu işime gelmedi değil. Sevgili Edip’imiz ne yazmış diye hemen bir göz attım, ama hiçbir şey anlamadım doğrusu:

”Yazamıyoruz. Şu anki vaziyetin dilini bulamıyoruz. Elimizdeki dil kısır, heyecansız, eprimiş, kullana kullana cılkı çıkmış, verimsiz, boğucu, bunaltıcı, kendi içine çökmüş, geçersiz, karşılıksız, heyecansız, ilk cümleden sonu belli, umut ve yaşam katili!
Ancak kıt beyinlerin, zevksizlerin, düşük beğeni sahiplerinin övdüğü, acınası bir dil!.. Bilinçaltına değin sıradanlığa batmışların alkışladığı…
Anlatılanlar da sunta tadında. Sıkılmış, hayattan zevk almıyormuş, yalnızmış, sevişemiyormuş, insanlar kötüymüş, anlamsızmış, hayat seçtiklerimizmiş… Mış mış da miş miş !
Uykulu, pasif, plastik çiçek kokulu, sifon sesli, tiksinç bir mıy mıy senfonisi!.. Bunları yüzeysel romantikler de diyordu, bungun varoluşçular da!
Bir başka cenah… Fecr, nefs, keyf, bereket, hikmet, gönül, şems, resm, edep… Benzerlerinden ekle on tane daha.
Bu kelimelerden oluşmuş ağdalı ağdalı, birbirinden boğucu kombinasyonlar. İniltilerle dolu, köhneliğin, mezarlık sislerinin, tahtakurularının yediği mobilyanın, ‘oturduğum yere gömün beni’nin dili! Hep dizlerinin üzerinde, gözü hep ölümde, hiçliğe endeksli…
Oysa ki bambaşkanın eşiğindeyiz…
Tahmin bile edemeyeceğimiz, ancak fantastik-bilimkurgu ile spekülasyonlar yapabildiğimiz, dünya çapında bir değişimin, insan türünün evriminin bir başka eşiğindeyiz. Belki de besin piramidinin en tepesindeki yerimizden itileceğiz, yarattıklarımız tarafından.
Bunu bize kemiklerimize kadar kavratacak; yeninin, gümbür gümbür gelmekte olanın, varlığın vitrinini yeniden ve daha güçlü ve coşkuyla parıldatacak olanın dilini araştırmalıyız. Volkanlar gibi harikulade ürkünç, ustura gibi keskin, şahin gözü gibi berrak, damarlardaki kanı bile buharlaştıran, kasları nükleer enerjiyle dolduran, göktaşları gibi dinamik, beynimizi uzaya dağıtan, kara boğalar gibi güçlü, Jüpiter ovaları gibi kapsayıcı, yalımlar içinde, alabalıklar gibi tutkulu, soğuk okyanusların acımasız dalgalarınca dinç bir dil gerek bize, -içinde utkuya hedefli kor ejderlerin kanat çırptığı.
Bizi hayatta tutacak olan şey, ‘Bencilce kendini düşünmeme yeteneğine sahip olabilmek.'
Sıkı tutunun…

Üniversal kasırga geliyor!